30 Mayıs 2011 Pazartesi

edip can-sever.

şair olmak acı çekmeyi birlikte getiriyor sanırım. öyle ki, şair ruhlu olanlar bile bile kendilerini acıya atıyorlar, bile bile çaresiz kalmayı seçiyorlar, korkaklığı seçiyorlar,cesur yanları hep acıdan yana, hepsi bile bile, ve sonunda da bile bile yazıyolar... çok dokunuyor yazdıkları, acıdan geçerek pişiyor, ölümsüzleşmiyor mu?
 
                                                                                                                     "sincap"
Edip Canseveri'in ölümünün ardından füsün akatlı yazmış:

-viran bağ’a gidemedik. dört yıldır, her bahar viran bağ’a gideceğiz, gidemiyoruz. "seni viran bağ’a götürmeden ölecek değilim ya" demeleri boş. edip öldü. yazılmamış uzun ada şiirini, yaşanacak günlerin en güzellerini değlse de, mutlaka çok şiirlerini, kalemine düşmeyi beklenen doğmamış armonileri, güne çıkmamış imgeleri bıraktı, öldü. istanbul’u, pasajı, beşiktaş’ı, bebek’i, alkolü, otelleri, hüzünleri, aşkları, acıları, yalnızlıkları, bizleri piç gibi bırakıp öldü. sadece ölümü aldı yanına, giderken sevgili arkadaşım edip. neler almalıyım yanıma dedi, dedi de, bir ölümünü aldı. ölümü şiirlemek için.

"doğruyu söyleyen yalnız
o mu, rilke mi
ölümünü içinde taşıyan"

derken, ölümünü böyle erken, böyle apansız dışavuracağını bilir miydi? her şiir için bin sancı çeken ve hep "kendine sızan kocaman bir oyuk " olan şair, dünyayı kocamandan da öte bir oyuk haline koyan ölümünü, gözünü kırpmadan ölüversin? acılar da cıdı artık, yıllar eskidi, epridi ve edip derken, şiir derken, "zamanın minesi soldu."

...

"orası bir ölümdür şarabımı doyuran
ölünen yüzler gibi bir bütündür adamlar
vaftizi gün ışığında bir garip protestan
tanrısıyla sevişir, herkes bilir sevişmeyi o kadar
kim ne derse desin ben bu günü yakıyorum
yeniden doğmak için çıkardığım yangından."

ve değil mi ki istanbul’da yaşıyoruz, istanbul’suz kalmış gibi de olsak ("ne gelir elimizden insan olmaktan başka"); öyleyse ver elini istanbul’un şairi edip cansever, istanbul’un insanları, edip’in insanları… birimiz kalsak soluk alan, soluk alacak olanlar: oltacı eyüp, yakup, dökümcü niko, fener bekçisi salih, kontrbas öğretmeni rıza, hizmetçi frdevs, ester, cemile, cemal, seniha… bir kitabın iç kapağında el yazısıyla “ağlama artık, bak işte ruhi bey geldi!” ile ruhi bey, cenaze kaldırcısı adem, kürk tamircisi yorgo, lusin ile vartuhi, diran ile armenak, stepan…

"ve tuhaf bir şekilde bir uçuruma akıyoruz
ne düşmek, ne sarkmak, ne gitmek bir parça ileriye
öylece kalıyoruz
öylece kalıyoruz
öylece kalıyoruz."

sevdiklerimiz azalıyor, bizi sevenler azalıyor, sevilesi insan azalıyor, şiir azalıyor yaşamımızdan. o zaman işte bütün renkler sarıya kesiliyor. ta umutsuzlar parkı’ndan, düşlüyor ölümünü ruhi bey’e iki dize akıyor:

"ben ki bir ölüyü beklemekle geçirdim geceyi
bir ölüyü ve ölünün bütün inceliklerini."

yok, yok! ölenle ölünüyor. eksik, yarım raconsuz ölünüyor ama, her sevgili ölüyle birazdan fazla, epeyice ölünüyor. mendillerde kan sesleri.-*

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder